Friday, July 19, 2013
A Fire Upon the Deep (Derinde bir Yangın)
Vernor Vinge, bu artık klasikleşmiş bilim-kurgu romanında "yapay zeka" ve "teknolojik tekillik" konuları üzerine tutarlı ve ilgi çekici bir evren inşa etmiş. Bir galakside (muhtemelen Samanyolu) birçok uygarlık var. Bu galakside "düşünce kuşakları" (Zones of Thought) denen bir durum söz konusu: Galaksinin merkezine ne kadar yakın olunursa, o ölçüde daha az teknoloji kullanılabiliyor. Bu uygarlıklar teknolojik gelişmelerinde belli şeyleri başarabilmek için (mesela ışık hızının üstünde hızlarda yolculuk) aşama aşama galaksinin dışına ilerlemek durumundalar. Uygarlıklar, kendi kendini yok etme vesair bir aksaklık olmadığı müddetçe bir aşamada "yapay zeka"ya ve teknolojik tekilliğe (Teknolojik Tekillik) ulaşabiliyorlar, ve bu aşamada galaksinin dışına taşınmış oluyorlar.
Galaksiyi bir okyanus gibi düşünürsek (benzetme kitaba ait), teknolojik olarak en gelişmiş, en zeki varlıklar ya da uygarlıklar okyanusun dışına çıkmış oluyor. Okyanusun dışında yaşayan bu tekilliklere "Güç" deniyor, ki bu "Tanrı" kavramına yakın bir kavram romanda. Okyanusun en diplerinde ise en geri, ok-yay seviyesinde uygarlıklar yaşıyor. Bu düşünce kuşağı yapılanması, okyanusun derinine indikçe teknolojiden feragat etmeyi gerektirdiği için, teknolojik olarak daha geri uygarlıkları daha ileri olanlardan koruyor.
Bu arka plan üzerinde bir grup arkeoloğun yanlışlıkla milyarlarca yaşındaki kötücül bir Güç'ü uyandırmalarına, bu Güç'ün korktuğu bir"şey"le onun elinden kaçan bir grup insana şahit oluyoruz. Bu kovalamaca içinde, birçok ırkı ve o zamanın teknolojik olasılıklarını görüyoruz. Tekilliğe ulaşmış "Güç"lerin yaşam döngülerinden görüntüler yakalama fırsatımız oluyor. Hikayenin merkezinde, gruptan ayrıyken normal bir hayvandan farksız olan, ama kendi grupları içerisinde zeki olan köpeğe benzer yaratıkların (Tines) uygarlığına tanık oluyoruz. Galaksinin derinlerindeki bir kovalamacanın bütün galaksiyi etkilemesini büyük zevkle okudum ben.
Bildiğim kadarıyla bu roman henüz Türkçeye çevrilmedi, ama bundan sonra çevrilmemesi için bir neden yok.
Sunday, May 19, 2013
İsa'ya Göre İncil - Josè Saramago
Josè Saramago bu kitabında, aslen İsa'nın hayat hikayesi (ki bizde siyer-i nebi ile hadis külliyatı arasında bir yere düşüyor) olan İncil'i, İsa'nın gözünden yeniden kurguluyor. Dört kanonik İncil'in İsa hikayesini, İsa'ya tabiri caizse bir "ruh" üfleyerek, boşlukları doldurarak, tutarsızlıkları ve zayıf noktaları acımasızca deşerek yeniden anlatıyor. Bütün bu anlatı sırasında da özelde Hristiyanlığı genelde bütün dinleri neşter gibi diliyle kesik kesik ediyor.
Kitap boyunca baskın bir "ilk günah" teması var. Katolikliğin bu başlıca temasını, Matta 2:13'te bahsi geçen, Yusuf'un bebek İsa'yı kaçırması hikayesi üzerinden kuruyor Saramago. Yusuf, Herod'un bebekleri öldürme emrinden haberdar olunca, insani bir bencillikle kendi oğlunu düşünüyor sadece, ama hayatının geri kalanında bu kararının vicdani vebaliyle yaşamak durumunda kalıyor. İsa'ya da sirayet eden bu suçluluk hissi, sonradan İsa'nın karakterini şekillendiren en önemli bileşen oluyor.
Hikayenin geri kalanında Tanrı'nın (ve Şeytan'ın) nerede başlayıp nerede bittiği, Tanrı'nın neyi istediği (ya da bir şeyi isteyip istemediği), bunca acının neden olduğu, kaderi bu "doğaüstü" güçlerin elinde olan adem-oğlu İsa'nın bütün İnsanlık'ın alnını ak çıkaracak şekilde içinde bulunduğu açmazla olan umutsuz mücadelesi, Saramago'nun yeri geldiğinde kesici ve delici, yeri geldiğinde şefkatli, bazen de naifçe alaycı dilinden anlatılıyor. Saramago, 2000 yıl öncenin bir anlatısından beklenecek şekilde, kasten "ilkel" bir anlatım tarzı benimsemiş. Bu durum özellikle diyalogları okumayı güçleştiriyor başta, ama buna alışınca çok akıcı bir biçimde ilerliyor hikaye.
Saramago'nun nerede geleneksel anlatıya paralel gittiğini, nerede ondan ayrıldığını ve kitapta getirilen öğretisel eleştirileri daha iyi takdir edebilmek için kitabı okumadan İnciller ve Hristiyan teolojisi hakkına bir ön okuma yapmak elzem. İyi okumalar.
Sunday, April 28, 2013
Hard-Boiled Wonderland and the End of the World (Haşlanmış Harikalar Diyarı?)
Bir arkadaşımla "anı kütüphanesi" fikrini konuşurken, o önermişti Murakami'nin bu romanını. Anlatının ana çizgilerinden birini bu "anılar" teması oluşturuyor gerçekten de. Benliği oluşturan bileşenleri sorgularken bir yandan da iki tane apayrı hikaye anlatıyor Murakami.
Bir hikayede Tokyo'da hafif fütüristik bir aksiyon macerasında buluyoruz kendimizi. Bilginin güç olması, bilgi ticareti ve taşıması çevresinde şekillenen organizasyonlar, bu doğrultuda üretilmiş teknolojiler ve bütün bunların tam göbeğinde kahramanımız, bir "bilgi işleyici". Kahramanımız -watashi (Japonca daha resmî "ben")- (muhtemelen Murakami'nin diğer romanlarında da işlediği karakterler gibi Murakami'nin kendisinin bir yansıması) kendince gusto sahibi biri ve kısa vadeli zevklerin, amaçların ve işlerin içerisinde yuvarlanıp gidiyor. Sonra yine bu bilgi teknolojisi çevresinde gelişen başı sonu belirsiz bir komplolar ve olaylar zincirinin tam ortasında buluyor kendini... Ve daha hızlı bir şekilde yuvarlanmaya başlıyor.
Diğer hikayede ise Kafkavari (bkz. Şato, Dava) bir kasabadayız. Rüya öğeleriyle ve sembollerle yüklü bir distopik cennet tasviri olan bu kasabaya yeni gelen kahramanımızın -boku (Japonca daha samimi "ben")- gölgesini kapıda bırakmak durumunda kalması, kasabaya uyum sağlamaya çalışma süreci; kasabada zihnin, anıların, benliğin parçalanması ve her birine farklı muamelelerde bulunulması, kasabanın içinde bulunduğu ezeli ve ebedi durgunluk hali... Ve kahramanımızın kaybettiğini hissettiği ama nasıl bir şey olduğuna dair hiçbir fikri olmadığı benliğini araması...
Murakami dönüşümlü anlattığı bu iki hikayede bizi bir ucuz bir Hong Kong aksiyon filminin içine taşıyor ("Hard-Boiled" bu janrın adı. Kitabın Türkçe çevirisi "Haşlanmış Yumurta" bu göndermeyi kaçırıyor.), bir üzerine karlar yağmış bir Neverland'e. Yazar bir hikayede bize karikatürvari aksiyon ve inceliklerden suçluluk duygusuyla karışık bir zevk aldırıyorken, diğer hikayenin genelindeki ağır hüzün o zevki kursağımızda bırakıyor. Hikayenin birçok ucu kasten açıkta bırakılmış, böylece okuyucu da hayalgücü ile romanın hikayesine ister istemez katkıda bulunmak durumunda kalıyor.
Kitabın İngilizce çevirisini okudum. Romanın tamamındaki şiirsel tasvirler ve sade ve kıvrak dil, Murakami'nin kitaplarını Japonca aslından okuma isteği uyandırıyor insanda. Kim bilir, belki başka bir hayatta o da olur.
Dipnot: "Anı kütüphanesi" fikri hala dokunulmamış duruyor. Bu romanda buna benzer bir kütüphane varsa da, bu kütüphanenin işlevi -benim kurguladığımdan- tamamen farklı.
Wednesday, April 24, 2013
007
bir kraliçe / baldan gözleriyle / içimdeki yumurtaları yakıyor
...
bir şey oluyor, bir şey daha, sonra bir şey daha
hiç gidilmemiş bir sokakta buluyorsun kendini
oysa ölesiye tanıdık, bu taşlar - bu kaldırımlar
bu bazen en acıya sessizce -ve gururla- katlanan kediler
bu çocuklar, önlerinde ağır hayatlar, belli belirsiz
bu duvarlar, bazen önlerinde eğilip kalıyorsun
oysa gitmek istediğin yer burası değildi başta
gemiler hep açıktan hep sessizce geçiyor
bu deniz, bu deniz bir gün kucaklayacak seni
gemilere yüzüyorsun, oysa gemiler çok uzaktan geçiyor
bu balıklar, gün olacak besin döngüsü tamamlanacak
gemilerin gölgesinde ağlıyorsun denizin içine içine
bu dip, bu kum, bu yosun, son görüntü, en güzel acı
oysa gitmek istediğin yer burası değildi başta
şarkılar var, çıkmazları var, ve upuzun gölgeleri
içindeki tellere tellere vuruyor, ve yine vuruyor
parmakları var, güzel parmakları, tuşlara basıyor
o mutfaklarda öptüğün o güzel parmaklar aklına geliyor
o mesafeden o parmaklar içindeki en ince teli buluyor
şarkılar var, gölgelerinde kaybettiğin incilerini arıyorsun
oysa gitmek istediğin yer burası değildi başta
bu orman, ah bu orman, ve kan kokusu, paslı ve topraksı
kan kokusuna geliyor sırtlanlar, artlarında yavruları
yaralı hayvan olmaz ormanda, yaralı hayvan yaşamaz
buraya kadar geldin nasıl, dedin ya bilmiyorsun
bu ağaçlar, her geçişte kabuklarını okşadığın
ve bu toprak, bu kan kokan, bu en güzel yatak
oysa gitmek istediğin yer burası değildi başta
bu gök, bu güzel mavi, en çok bu göğü özleyeceksin
bu bulutlar, bazen bir melek, bazen acılı bir yüz
bu güneş, bütün günahlarını yakıp küllerini savurduğun
ve gecenin pırlantaları, yeşil, mavi ve sarı
pırıl pırıl gülümseyen yıldızlar, ve güzel esinti
bu görüntü kalsın zihninde, ve o serinlik
genzinde tuz, saçlarına yosunlar dolaşık
oysa gitmek istediğin yer burası değildi başta.
Sunday, March 10, 2013
005
seni kurtların arasına gönderiyorum
kurtlar sana kim bilir neler yapacak
düşününce avuçlarım kanıyor
ciğerlerim çökecek gibi oluyor düşününce
bilmiyorsun
sonra elinde bir buket sarmaşıkla dönüyorsun
çiçekleri alev alev yanıyor bilmiyorsun
geceyarısını nasıl ışığa boğuyor bilmiyorsun
nasıl duramıyorum yerimde, nasıl oda bir kafes
kımıl kımıl kaynıyor içeride bir şeyler
bilmiyorsun
kurtları sevmiyorum ben, kurtlar etimizi seviyor
sen dolunayda duramıyorsun yine gidiyorsun
dur demek gelmiyor elimden, gidiyorsun
açıktan geçen bir gemi gibi, bilmeden gidiyorsun
sarmaşıkların cayır cayır yanıyor ardından
bilmiyorsun
geceyarıları pırıl pırıl yanıyor
boğuyor uykuları dumanı
bilmiyorsun
bir bulut var, döneniyor orada bir yerde
bir şey söyleyecek gibi, duruyor orada öyle
bilmiyorsun
Sunday, January 20, 2013
003
üzgünmüşümdür, istanbul'muştur, ihtimal kızgınmışsındır
kirli plastik çiçekler varmıştır otelin balkonlarında belki
hatırlamak güç, ne çok şey oluyor ne çok şey bitiyor
çamur muydu cadde boydan boya, ince sırnaşık bir çamur
sanki bir şey üzmüştü bizi, oysa o sabah güneş nasıl da sarı
Hızır gibi girip perdelerden, çekmişti derin uykulardan yüzeye
hatırlamak güç, galiba aramızdan kırmızı bir tramvay geçmişti
üzgünmüştüm, kışmıştı, ihtimal üşümüştün
donmuş bir ırmağın orta yerinde buluşmuştuk seninle
buzlar çatırdıyordu, dansediyorduk şimdi unuttuğum bir şarkıya
o kaygan ritme alışır sanıyorduk ayaklarımız
oysa buz bağırıyordu, ağırdık, yükümüz çoktu
hatırlamak güç, kaç kere yüreğimiz ağzımıza gelmişti
korkuyorduk, ama yoktu başka buluşacağımız bir yer
üşümüştün evet, ellerin ellerimi arıyordu, üzgünmüştüm
ellerime güveniyordum ben, en ağır kapıları açardı ellerim
karanlıkta ışığı bulur, ana yola çıkardı mutlaka
ellerim bile bırakıyordu beni, ellerim sende rehindi
düşeceğini kesin olarak anlayan birinin çaresizliği
ile ellerimi aradım, ellerim yok, ellerim gitmiş
hatırlamak güç, galiba düşmüştüm, suyun altı soğukmuştu
Friday, January 18, 2013
pür kıyamet
beş, toz ve köpük sesi
günün son rüzgarının soğuk nefesi
pürtelaş pürçığlık pür karmaşa
sakin ve veya aniden panik
binleniyor martılarca hava
dalga bir var oluş denklemidir
denizin var bir altı ve bir üstü
-yüzeyi enfes kırılgan-
bir balık bir martının gagasında
istanbul'u son kez gördü
barbaros'tan yukarı bir mahşer akıyor
çiseli yağmur, kirli metal kıyamet
beş, toz, çamur ve bir telaş bir telaş
her hücre kendi insanında azabını tadıyor
o büyük kalabalık birkaç saat içerisinde evlerinde döndü. ışıklar yakıldı, muhabbetler edildi. yemekler yendi, çaylar içildi. diziler seyredildi, sevişildi, uyundu. dışarısı hala soğuk, tek tük arabalar.
(6.12.2011)
Saturday, January 5, 2013
002
aşk emekten değil -ememekten doğuyor
gölgedeki kuş bir heves güneşe uçuyor
sonra bir cam acımasız aniden arada
-çarpış- cam sert, -düşüş- zemin soğuk
-acı- kanat kırık, ah, zamanla iyileşecek elbet
yatacak kalkacak, yatacak kalkacak
ve birkaç kez daha, gece ve gündüz
gece aralık ayı, gündüz ocak güneşi -ama soğuk-
zihin kendini toparlayacak elbet
rüyalar var niçin, o sarılmalar, o vedalar
vücut kendi icabına bakacak elbet
milyonlarca yıllık zincirin son halkası
sağlam, güçlü, fit ve testi geçmişlerin
hayatta kalmışların, ne olmuşsa olmuş
soyunu aktarmışların sonuncusu -ama sönük-
bir görünmez kıymık kalır hep -kalmaz mı-
canının bir köşesinde hep sızım sızım
"kuzum, bu halinle bu yaşa geldin nasıl?"
"bunca yıl hayatta kaldın nasıl?"
oldu işte bir şekilde, anlamadım ben de
gidemez ki insan, zor gitmek ha diyince
ki kalakalır insan, neredeyse komik
yuvarlanır -nasır-, ten acır -acımaz mı-
sonra taşlaşıyor yaralar, fosil oluyor
üzerine okyanus geliyor, balıklar geliyor
balıklar ki ateş oluyor sonları çoğun
gözlerinde donmuş kalmış son bir umut
sonra kıvrım kıvrım yollar, katman katman
sonra akşam, sonra yağmur, sonrası yok
kirli camlara yağmur hala acı acı vuruyor
Subscribe to:
Posts (Atom)